14 Aralık 2012 Cuma

Son İçin Güzelleme

…SON İÇİN GÜZELLEME…
Nokta salt matematikçiler için başlangıç değil. Romanlar da asıl başlaması gereken yerde bitiyor.
Romanların sonları fırtınadan sonraki sükûta benziyor. Ki onlar aynı zamanda fırtınadan önceki sükûtlar da.
Düşünsenize Aşk-ı Memnu’nun Beşir’ini. Bir yerlerde hâlâ öksürüyor ve Nihal’ler mutlu olsun adına defalarca ölüyordur kuşkusuz. Gevher, o silik harem ağası, ama Sergüzeşt’in en güzeli, Dilberleri özgürlüğe kavuşturmak niyetine mavi beste Nil sularında, sonsuza değin can veriyordur hiç tükenmeden.
Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’i. Onca yenilginin ardından Yemen’de ne yapardır dersiniz? Ya o dilenci, türküsünü hâlâ söylüyordur değil mi? Bunun için değil mi ki zaten, harikulâde bir duyuşun sahibi Tanpınar, arkasına düşerek ‘Ahmet Cemil’le Mülâkat’ ihtiyacını hisseder. Hisseder ya Tanpınar’ın şaheserinde de aynı ‘son’ bizi beklemektedir. Öldüğü, çıldırdığı ya da kurtulduğu pek kestirilemeyen Mümtaz, yaşamındaki tüm ayrıntıları ışığında görünür kılan Nuran deneyiminden sonra, nihayet kendisi olarak yaşamayı becerebilecek midir?
Şımarık ama sevimli ve zavallı başı hayalin buğulu semalarından gerçeğin sert ve katı zeminine defalarca çarpan, kendisini sonsuz bir şefkatle kucaklamaya nedense her zaman hazır olduğum Bihruz bey. Araba Sevdası’nın o son sahnesinde, Direklerarası XIX. asırlarda en son karşılaştığımız Ramazan gecesinden sonra ne yana yürümüştür acaba?
Romanlar asıl başlaması gereken yerde bitiyor, bakın göreceksiniz.
Anna’dan sonra Vronski’yi hiç düşündünüz mü? Seryoja’nın abajuru dantelli gece lâmbası, duvarlara cinlerin dansını hâlâ düşürüyordur değil mi, Petersburg bahçelerinde, göremediğimiz kar fırtınaları sürüp giderken.
Aleksandre Dumas’nın sadece gemiyle uzağından geçerken gördüğü o adanın kontu, Monte Cristo. Pek çoğumuzun gözlerini daha çocukluk çağında çift sütuna incecik yazısıyla hırpalayan o dev romanın sonundaki macera yorgunu; yanında güzel Haydée ile yol aldığı esrarengiz ülkelerde yeni bir romanı yaşıyordur elbet, kuşkunuz olmasın. Eğer öyle olmasaydı, bu gün İf şatosunda görevliler, Edmon Dantes namıdiğer Monte Cristo’nun hücresini büyük bir zevkle ziyaretçilere gösterirler miydi hiç?
Romanlar sürüyor.
Werther’in intiharından sonra Lotte, İki Şehrin Hikâyesi’nde, sevginin gerçek mahiyetini tayin edebildiği için, rakibi Darney’in yerine giyotin gölgesinde ‘hiç duymadığı bir hazzı’ tadan Carton. Carton’dan sonra, dayanılamayacak kadar ağır bir başka gölgenin, fedakârlığın ağırlığı altında karı kocanın, Lucie ve Darney’in yaşamları. Bunlar da, bu okumadığımız romanlar da en az okuduklarımız kadar yazılmaya değmez mi?
Ya Don Kişot. Cervantes’in kimbilir hangi toplumsal ivmelerle ‘gerçeğe erdirerek’ kurtardığı, Cemil Meriç’e bakılırsa ‘kertenkelelere gülünç gelen kanatlı kahraman’. Yaşamının devamını ‘erdiği’ gerçekte nasıl geçirmiştir acaba?
Romanın sonunda bir düş gördüğüne bizzat yazarının işaret ettiği Alis’i, ‘Harikalar Diyarından’ döndükten sonra düşünün bakalım.
Romanlara son koymanın “muhal farz” olduğunu göreceksiniz.
Hele hele o en zavallı Robenson, gelmiş geçmiş asırların belki de en çok okunan kahramanı. Ne oldu dersiniz yeniden uygar dünyaya döndükten sonra? Eleştirmenin cevabı hazır: ‘Crusoe tekrar İngiltere’ye döner, denize elveda der, hayatının sonuna kadar tatmin edici bir hayat sürer’. Yapmayın Tanrı aşkına Abraham H. Lass. Kaç yılın zoraki ve sadık sevgilisi denize elveda diyerek elde edilmiş ‘tatmin edici hayat’ dediğiniz o gurbetin, ne muhteşem bir roman olabileceğini siz de mi düşünmediniz? Yani ki ne muhteşem bir çatışma üzerine bina edildiğini.
Parça bitti, asıl film şimdi başlıyor. Haydi.
Robenson’un denizinde şimdi fırtına kopuyor.
Şaheserlere uzanmaya gerek yok. Geniş bir potansiyel duyumu daima yakaladıklarına kuvvetle inandığım popüler romanlar, söz gelimi Barbara Cartland romanları. Garip garip mutlu sonlarla biter bunlar. İnsan muhayyilesi hayattan ve yaşayamadıklarından intikam almaya kabiliyetli olduğu sürece bu garip garip mutlu sonlar kaçınılmazdır elbet. Ama inanılması güç bu sonlardan ‘ya sonra’? Yani ya masal bittikten sonra?
Aslında romancıların bir kısmı da bu sonlara tahammül edemedikleri için başlamıyorlar mı yazmaya? Garip mutlu sonlara ya da aynı anlama gelebilecek garip mutsuz sonlara.
Araba Sevdası; Bihruz beyin okuduğu romantik romanların, -Graziella, Ihlamurlar Altında, Manon Lescaut- devamını sorgulamaktan başka bir şey midir? Emma’yı, Flaubert onca programsız/plansız (nasıl oluyorsa bu) okumanın bir sonucu olmaya mahkûm dahası teşvik etmez mi? Seniha, Kiralık Konak’ın kahramanı, okuduğu romanların bir sonucu olarak yürütülmez mi yaşam içinde? Böyle sonun devamı, mahkûm edilmiş kahramanların hayatında, romancının, cürmü isnad edebileceği romanlar daima mevcuttur.
Lâkin kendileri de bütün bu romancıların, bir yerde kendi romanlarına son demiyorlar mı?
* * *
Bir öğrencimden bir gün ‘acaba kitaplardaki hayat, diyorum, yaşadığımızdan daha mı güzel’ masum sorusunu içeren bir mektup almıştım. Daha güzel, doğru, çünkü sonu var. Ama bu cevabı almak da vermek de yürek istiyor.
Her romanı nokta koyulduğu yerden devama muktedir olabilseydik, hayatla romanın, akademisyenin iddia ettiği kadar uzak olmadığını görebilirdik kuşkusuz.
Ama romancı son koyuyor.
Akademisyen romanı hayattan hem de ısrarla ayırıyor.
Romancı ve akademisyen mazur. Roman olacaksa, bir yerde bitmek zorunda.
Romanı hayattan ayıran en şedid vasat, her halde bir sonunun olması.
Bu yüzden değil mi ki ömrümüzü kuşatan bütün romanların bir sonu var.
Bir son koymak sevdasına hayatı romana feda ediyoruz biteviye. Romanlar yaşamak sevdasına sonlar koyuyoruz hayatımızın dönemeçlerine.
Dahası ömrümüz ancak bittiği anda harikulâde bir romana dönüşüyor. Tek yazarı, tek okuyucusu olsa da.
Sonlar romanlara mahsus.
Ya romanları yaşamamayı öğreneceğiz. Ya sonlara razı olacağız, göze almayı öğrenerek.
Uzun ve meşakkatli bir doktora çalışmasının hummaları arasında, yani ki Halide Edip’le muaşakamın en hararetli yerinde; kendisiyle bir başka boyutta karşılaşabilmeyi düşlemiştim bir gün. Tahayyülü bile ömre servet olabilecek bu muhteşem düşün, Namık Kemal’den Halit Ziya’ya, Dostoyevski’den Tolstoy’a genişlediği yerde, bir suçu itiraf eder gibi sözünü ettiğimde; o muhayyel boyutta, değil romancıları, roman kahramanlarını dahi görebilmeyi temenni eden güzeller güzeli bir hoca tanıdım.
Ya kendi kahramanlarımız?
O muhayyel beldede, kim bilir gemiler geçmeyen bir ummanda, bir gün, fiktif öykü kahramanlarımızla karşı karşıya geldiğimizde onların yüzüne bakabilecek yüzlerimiz olmayabilir.
Hep o sonların yüzünden, fiktif öykü kahramanlarımıza ettiğimiz bunca eziyet. Hep o son uğruna değil mi onları bunca zorlamamız. Kapatarak çığlıklarına kulaklarımızı, kanayan yüreklerine gözlerimizi, kanlarının sıcaklığına tenlerimizi; sırtlarından şefkatle iterek, kulaklarının tam dibinde usulca ve ne kadar sevecen ve ne kadar kandırıcı bir ses tonuyla vaad ederek ülkeleri, ateşlere atıvermemiz.
Söylemiştim, bir öykü uğruna ne çok şey feda ediyoruz.
En çok da öykü kahramanlarımızı.
Hep o sonların yüzünden.
Çünkü ne öykünün hayata dönüşmesine tahammülümüz var ne de öykü kahramanlarına dönüşebilecek kadar yürekliyiz.
Bütün öykü kahramanlarım.
Hepinizden özür diliyorum.
Hayatla öykünün arasında, o bıçak sırtı yerde.
O bıçak sırtı ürperişlerinize neden olan ben. Sizi bu kadar olduğunuz ben’den başka bir ben olmaya zorladığım için. Giyemediğim bütün giysilerin, gidemediğim bütün ülkelerin, olamadığım bütün ben’lerin acısını sizden çıkardığım için.
Dahası oynayamadığım oyunların tümünü oynamaya sizi sıcak ve kandırıcı sesimle iknaya çalıştığım, korkuncu, bunu her defasında başarabildiğim için.
Bütün öykü kahramanlarım.
Hepinizden özür diliyorum.
Bir gün siz de bir öykü yazın, anlarsınız.
Öykü mazur, akademisyenler haklı.
Dünya Nimeti’nin son cümlesiyle ‘derken akşam olur’ hep.
En güzel son ölümdür oysa.
Ölüm en güzel son.
İçimize sindiremesek de.
 
Cümle Kapısı // Nazan Bekiroğlu