EDEBİ YAZILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EDEBİ YAZILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2012 Cuma

Mirac

Mi'rac kandili!... Hani nebiler nebisinin insanlığın önderlerine önder olduğu gecenin hatırası. Hani kainatın efendisinin, Burak'ın ve Refref'in süvarisi olarak Mekke'den Kudüs'e vücuduyla ve varlığıyla israyı gerçekleştirip ruhuyla göklere uruc edişinin yıldönümü.
Hani geri gelirken müminlerine beş vakit namazı hediye getirdiği gece. O sebeptendir ki namaz müminin miracı, yükselişi diye bilinir. O sebeptendir ki kutlu nebinin yedi kat göğün ötesine yaptığı yükselişe mukabil kişinin kendi semasına yükselişi, içerilere doğru, kalbinden yol bularak derinlere doğru, daha derinlere doğru yolculuğa çıkması önem kazanır. Galiba kulluk, biraz da miraca imanımız, miracımızı eksiksiz yapmamızla bağlantılıdır. Ayetin beyanıyla Efendiler Efendisi, mirac gecesinde Allah'a iki yay aralığı kadar yakın varmış. Bazıları bu iki yay aralığını bir yayın iki kiriş bağlanan iki ucu olarak yorumlar ki yaklaşık bir kulaç kadardır. Ama bazı müfessirler, iki yay aralığının üst üste çakışmış iki yayın arasındaki boşluk kadar olduğunu zikrederler ki ancak birkaç milimden ibarettir. Rivayet odur ki eskiler söz verecekleri veya ahitleşecekleri vakit yaylarını üst üste çakıştırır ve iki yay ile hedefe tek ok atarlarmış. Böylece o iki kişinin ahdi ve peymanı tek hedefe yönelik olur ve ahdinden dönenin yayı kırılırmış. Buna göre ayetteki iki yay aralığı, bir okun kalınlığı kadar (uzunluğu değil) olur ki neredeyse bir santimden daha azdır. Demek ki Mirac gecesinde Allah ile Rasulü, birbirlerine bir santim kadar yakındı. O halde soru şudur: Seven sevilene bir santimden daha yakınlaşmış iken neden ondan ayrılsın ki? Bu soru bana, Allah Elçisi'nin Mirac'a giderken yaşadığı şetaret ve heyecandan çok, ayrılıp da geri dönerken yaşadığı ruh halini düşündürür daima. Hangi âşık ne uğruna ve kim uğruna sevgiliden ayrılmaya razı olur? Nasıl bir ideal, bir âşıkın, aşk işinde böylesine bir aykırı tavra rıza göstermesine kapı aralayabilir? Bahis konusu beşeri bir aşk olsaydı bunun cevabı kolay olur ve "Sevgili öyle istemiş, âşık da onu gücendirmemek için geri dönmüştür, ta ki yeniden vuslata giden heyecanlı yolu yaşasınlar" derdik, olur biterdi. Ama Allah Elçisi'nin Mi'rac'dan geri dönme fedakârlığı yalnızca bu sebebe bağlanıp bırakılmamalı. Bilakis o, canı olan her şeyin ve herkesin, Sevgili'ye âşık olması için dönmüş olsa gerektir. Ta ki aşk çoğalsın, cümle sözler aşk üzerine, cümle hareketler aşk ile, cümle varlık aşkın içinde olsun. O halde diyebiliriz ki Muhammed Mustafa, Mi'rac'dan bizim için dönmüştür, ümmeti için... Ta ki kendi sevgilisini ümmeti de sevsin, yalnızca bir türlü olan aşkın binlerce türlü görüntüsü çoğalsın, her yol aşka gitsin... Şikarizade Ahmed Efendi'nin Tayyibetü'l-Ezhâr adlı eserinde bu hakiki aşkın görüntülerinden biri şöyle anlatılır (özetliyor ve sadeleştiriyoruz): Biline ki Receb ayının 12'nci gecesinden 26'sı Mirac gecesine kadar Medineliler Hz. Hamza'nın Uhut eteklerindeki kabri başında çadırlar kurar, şenlikler ederler. Civar kabile ve kasabalardan güruh güruh insanlar gelip öyle kalabalık olur ki gören, hac zamanı zanneder. Mirac'a üç gün kala Yemen'den, Taif'ten, Yenbu'dan ve elbette Mekke'den hecinlerle çoluk çocuk gelenler o üç gün ve gecede öyle şenlikler ederler ki Medine, gürül gürül çağlar. Her gelen kabilelerin gözlerinde yağmur gibi yaşlar ile kasideler okunur, na'tlar söylenir, "Selat ve selam sana olsun ey günahkâr ümmetin şefaatçisi!" diye feryat ve figanlar ederek ta Ravza-i Mutahhara'ya dek yerleri ve gökleri dolduran selat ve selam ile yürüyüp Efendimiz'in huzuruna vardıklarında gözlerden yaşlar ırmak olup çağlamaya, söylenen yakarışlar ateş olup yürekleri dağlamaya başlar. Kabrine sarılıp ağlayanlar öyle feryad ederler ki, yürekler dayanmaz... Orada bir insanın kalbi taş olsa yağ olup erir, orada bir günahkâr bulunsa tövbeye gelir... Burada üç gün üç gece huzura karşı halka olup otururlar, ağlaya ağlaya dua ve münacatta bulunurlar. Kah birisi bir kaside çığırır, kah diğeri bir medhiye ile haykırır. Biri dinlenirken diğeri söyler, biri söylerken öteki dinler... "Merhaba!.. Merhaba!.. Ya Muhammed!" nidaları birbirine eklenirken bedeni söğüt yaprağı misali titreyenler mi dersiniz, kalpleri yerinden fırlayacak gibi heyecanla sıçrayanlar mı?!.. Gözlerden akan yaşları anlatmaya takat yetmez, bayılıp düşenleri, can verip gidenleri diller tasvir etmez. Üç gün üç gece böyle devam eder... Dördüncü gün akşamı Mi'rac gecesidir; ikindi vaktinde Ravza'ya bir minber konur, âşıklar Mi'rac'ı anlatan manzumeler okur, vaazlar irad ederler. Ravza öyle bir dolar ki, iğne atılsa yere düşmez. Ta güneş doğasıya kadar salat ve selam, medih ve kelam, rüku ve kıyam devam eder, devam eder, devam eder..." Zannederiz Mi'rac'ın has âşıkı, o gece sevgilinin yanından işte bu manzaralar çoğalsın diye ayrılıp gelmiştir. Çünkü "Bu şeb tulû-ı safâ-bahş-ı âfitâba kadar / Zemîne nûr yağar âsumân-ı bâlâdan / Gelir sımâhına her cezbedâr-ı îmânın / Nidâ-yı rahmet-i Hallâk Arş-ı A'lâ'dan (Bu gece, ta güneşin parlayarak doğduğu vakte kadar, yüksek semalardan yeryüzüne nur yağar. İman dairesinde yer alan inanmış herkesin kulağına bu gece Arş-ı Âlâ'dan Allah'ın [Yok mu bana yönelen ki onu sahipleneyim, yok mu tevbe eden ki onu affedeyim] çağrısı gelir."

İskender Pala


Son İçin Güzelleme

…SON İÇİN GÜZELLEME…
Nokta salt matematikçiler için başlangıç değil. Romanlar da asıl başlaması gereken yerde bitiyor.
Romanların sonları fırtınadan sonraki sükûta benziyor. Ki onlar aynı zamanda fırtınadan önceki sükûtlar da.
Düşünsenize Aşk-ı Memnu’nun Beşir’ini. Bir yerlerde hâlâ öksürüyor ve Nihal’ler mutlu olsun adına defalarca ölüyordur kuşkusuz. Gevher, o silik harem ağası, ama Sergüzeşt’in en güzeli, Dilberleri özgürlüğe kavuşturmak niyetine mavi beste Nil sularında, sonsuza değin can veriyordur hiç tükenmeden.
Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’i. Onca yenilginin ardından Yemen’de ne yapardır dersiniz? Ya o dilenci, türküsünü hâlâ söylüyordur değil mi? Bunun için değil mi ki zaten, harikulâde bir duyuşun sahibi Tanpınar, arkasına düşerek ‘Ahmet Cemil’le Mülâkat’ ihtiyacını hisseder. Hisseder ya Tanpınar’ın şaheserinde de aynı ‘son’ bizi beklemektedir. Öldüğü, çıldırdığı ya da kurtulduğu pek kestirilemeyen Mümtaz, yaşamındaki tüm ayrıntıları ışığında görünür kılan Nuran deneyiminden sonra, nihayet kendisi olarak yaşamayı becerebilecek midir?
Şımarık ama sevimli ve zavallı başı hayalin buğulu semalarından gerçeğin sert ve katı zeminine defalarca çarpan, kendisini sonsuz bir şefkatle kucaklamaya nedense her zaman hazır olduğum Bihruz bey. Araba Sevdası’nın o son sahnesinde, Direklerarası XIX. asırlarda en son karşılaştığımız Ramazan gecesinden sonra ne yana yürümüştür acaba?
Romanlar asıl başlaması gereken yerde bitiyor, bakın göreceksiniz.
Anna’dan sonra Vronski’yi hiç düşündünüz mü? Seryoja’nın abajuru dantelli gece lâmbası, duvarlara cinlerin dansını hâlâ düşürüyordur değil mi, Petersburg bahçelerinde, göremediğimiz kar fırtınaları sürüp giderken.
Aleksandre Dumas’nın sadece gemiyle uzağından geçerken gördüğü o adanın kontu, Monte Cristo. Pek çoğumuzun gözlerini daha çocukluk çağında çift sütuna incecik yazısıyla hırpalayan o dev romanın sonundaki macera yorgunu; yanında güzel Haydée ile yol aldığı esrarengiz ülkelerde yeni bir romanı yaşıyordur elbet, kuşkunuz olmasın. Eğer öyle olmasaydı, bu gün İf şatosunda görevliler, Edmon Dantes namıdiğer Monte Cristo’nun hücresini büyük bir zevkle ziyaretçilere gösterirler miydi hiç?
Romanlar sürüyor.
Werther’in intiharından sonra Lotte, İki Şehrin Hikâyesi’nde, sevginin gerçek mahiyetini tayin edebildiği için, rakibi Darney’in yerine giyotin gölgesinde ‘hiç duymadığı bir hazzı’ tadan Carton. Carton’dan sonra, dayanılamayacak kadar ağır bir başka gölgenin, fedakârlığın ağırlığı altında karı kocanın, Lucie ve Darney’in yaşamları. Bunlar da, bu okumadığımız romanlar da en az okuduklarımız kadar yazılmaya değmez mi?
Ya Don Kişot. Cervantes’in kimbilir hangi toplumsal ivmelerle ‘gerçeğe erdirerek’ kurtardığı, Cemil Meriç’e bakılırsa ‘kertenkelelere gülünç gelen kanatlı kahraman’. Yaşamının devamını ‘erdiği’ gerçekte nasıl geçirmiştir acaba?
Romanın sonunda bir düş gördüğüne bizzat yazarının işaret ettiği Alis’i, ‘Harikalar Diyarından’ döndükten sonra düşünün bakalım.
Romanlara son koymanın “muhal farz” olduğunu göreceksiniz.
Hele hele o en zavallı Robenson, gelmiş geçmiş asırların belki de en çok okunan kahramanı. Ne oldu dersiniz yeniden uygar dünyaya döndükten sonra? Eleştirmenin cevabı hazır: ‘Crusoe tekrar İngiltere’ye döner, denize elveda der, hayatının sonuna kadar tatmin edici bir hayat sürer’. Yapmayın Tanrı aşkına Abraham H. Lass. Kaç yılın zoraki ve sadık sevgilisi denize elveda diyerek elde edilmiş ‘tatmin edici hayat’ dediğiniz o gurbetin, ne muhteşem bir roman olabileceğini siz de mi düşünmediniz? Yani ki ne muhteşem bir çatışma üzerine bina edildiğini.
Parça bitti, asıl film şimdi başlıyor. Haydi.
Robenson’un denizinde şimdi fırtına kopuyor.
Şaheserlere uzanmaya gerek yok. Geniş bir potansiyel duyumu daima yakaladıklarına kuvvetle inandığım popüler romanlar, söz gelimi Barbara Cartland romanları. Garip garip mutlu sonlarla biter bunlar. İnsan muhayyilesi hayattan ve yaşayamadıklarından intikam almaya kabiliyetli olduğu sürece bu garip garip mutlu sonlar kaçınılmazdır elbet. Ama inanılması güç bu sonlardan ‘ya sonra’? Yani ya masal bittikten sonra?
Aslında romancıların bir kısmı da bu sonlara tahammül edemedikleri için başlamıyorlar mı yazmaya? Garip mutlu sonlara ya da aynı anlama gelebilecek garip mutsuz sonlara.
Araba Sevdası; Bihruz beyin okuduğu romantik romanların, -Graziella, Ihlamurlar Altında, Manon Lescaut- devamını sorgulamaktan başka bir şey midir? Emma’yı, Flaubert onca programsız/plansız (nasıl oluyorsa bu) okumanın bir sonucu olmaya mahkûm dahası teşvik etmez mi? Seniha, Kiralık Konak’ın kahramanı, okuduğu romanların bir sonucu olarak yürütülmez mi yaşam içinde? Böyle sonun devamı, mahkûm edilmiş kahramanların hayatında, romancının, cürmü isnad edebileceği romanlar daima mevcuttur.
Lâkin kendileri de bütün bu romancıların, bir yerde kendi romanlarına son demiyorlar mı?
* * *
Bir öğrencimden bir gün ‘acaba kitaplardaki hayat, diyorum, yaşadığımızdan daha mı güzel’ masum sorusunu içeren bir mektup almıştım. Daha güzel, doğru, çünkü sonu var. Ama bu cevabı almak da vermek de yürek istiyor.
Her romanı nokta koyulduğu yerden devama muktedir olabilseydik, hayatla romanın, akademisyenin iddia ettiği kadar uzak olmadığını görebilirdik kuşkusuz.
Ama romancı son koyuyor.
Akademisyen romanı hayattan hem de ısrarla ayırıyor.
Romancı ve akademisyen mazur. Roman olacaksa, bir yerde bitmek zorunda.
Romanı hayattan ayıran en şedid vasat, her halde bir sonunun olması.
Bu yüzden değil mi ki ömrümüzü kuşatan bütün romanların bir sonu var.
Bir son koymak sevdasına hayatı romana feda ediyoruz biteviye. Romanlar yaşamak sevdasına sonlar koyuyoruz hayatımızın dönemeçlerine.
Dahası ömrümüz ancak bittiği anda harikulâde bir romana dönüşüyor. Tek yazarı, tek okuyucusu olsa da.
Sonlar romanlara mahsus.
Ya romanları yaşamamayı öğreneceğiz. Ya sonlara razı olacağız, göze almayı öğrenerek.
Uzun ve meşakkatli bir doktora çalışmasının hummaları arasında, yani ki Halide Edip’le muaşakamın en hararetli yerinde; kendisiyle bir başka boyutta karşılaşabilmeyi düşlemiştim bir gün. Tahayyülü bile ömre servet olabilecek bu muhteşem düşün, Namık Kemal’den Halit Ziya’ya, Dostoyevski’den Tolstoy’a genişlediği yerde, bir suçu itiraf eder gibi sözünü ettiğimde; o muhayyel boyutta, değil romancıları, roman kahramanlarını dahi görebilmeyi temenni eden güzeller güzeli bir hoca tanıdım.
Ya kendi kahramanlarımız?
O muhayyel beldede, kim bilir gemiler geçmeyen bir ummanda, bir gün, fiktif öykü kahramanlarımızla karşı karşıya geldiğimizde onların yüzüne bakabilecek yüzlerimiz olmayabilir.
Hep o sonların yüzünden, fiktif öykü kahramanlarımıza ettiğimiz bunca eziyet. Hep o son uğruna değil mi onları bunca zorlamamız. Kapatarak çığlıklarına kulaklarımızı, kanayan yüreklerine gözlerimizi, kanlarının sıcaklığına tenlerimizi; sırtlarından şefkatle iterek, kulaklarının tam dibinde usulca ve ne kadar sevecen ve ne kadar kandırıcı bir ses tonuyla vaad ederek ülkeleri, ateşlere atıvermemiz.
Söylemiştim, bir öykü uğruna ne çok şey feda ediyoruz.
En çok da öykü kahramanlarımızı.
Hep o sonların yüzünden.
Çünkü ne öykünün hayata dönüşmesine tahammülümüz var ne de öykü kahramanlarına dönüşebilecek kadar yürekliyiz.
Bütün öykü kahramanlarım.
Hepinizden özür diliyorum.
Hayatla öykünün arasında, o bıçak sırtı yerde.
O bıçak sırtı ürperişlerinize neden olan ben. Sizi bu kadar olduğunuz ben’den başka bir ben olmaya zorladığım için. Giyemediğim bütün giysilerin, gidemediğim bütün ülkelerin, olamadığım bütün ben’lerin acısını sizden çıkardığım için.
Dahası oynayamadığım oyunların tümünü oynamaya sizi sıcak ve kandırıcı sesimle iknaya çalıştığım, korkuncu, bunu her defasında başarabildiğim için.
Bütün öykü kahramanlarım.
Hepinizden özür diliyorum.
Bir gün siz de bir öykü yazın, anlarsınız.
Öykü mazur, akademisyenler haklı.
Dünya Nimeti’nin son cümlesiyle ‘derken akşam olur’ hep.
En güzel son ölümdür oysa.
Ölüm en güzel son.
İçimize sindiremesek de.
 
Cümle Kapısı // Nazan Bekiroğlu

13 Aralık 2012 Perşembe

Zihin Fukara Olunca Akıl Ukala Olurmuş



Boşuna değil bu kadar takma isimle internet ortamında efelikler.





Boşuna değil işkembe-i kübradan ifrazat şeklinde fikir üretmeler.





Boşuna değil herkese burun bükmeler, ahkam kesmeler, uzmanından iyi depremi, sanatçıdan ala sanatı, siyasetçiden daha siyaseti bilmeler…


Ne kadar boş beleş insan var ortada her şeyi bilen, her şeye yeten…


Ayakkabı numarası IQ’sundan büyük ne çok insan var!





Kelime hazinesi tükenip verecek cevap bulamayınca küfür hazinesine başvuran…


Söze gelince herkes her şeyi biliyor ama yapılan sokak röportajlarında 11 yaş düzeyi sorulara verilen cevaplar ortada…


Dolu insan mümkün mü, gün boyu internet de bu kadar hayat sürsün veya (bağışlayın) sürünsün?





Mümkün mü bu kadar sayfalarda, abuk sabuk haberlere sanki muhatabı onu duyuyormuş gibi yazılar döşensin alemi üstüne güldürsün, ona buna çamur atarak tatmin olsun bunu da kendine kar bilsin ömür sürsün…





Bilin ki; Hayat’ta hiçbir şey olmamış olamamış insanların, ego yağlama, esip gürleme yeridir buralar.





Sizi bilmem ama ben bizzat Barack Obama’ya akıl ve gözdağı verenleri okudum mesela, (vereni demiyorum verenleri) İnşallah Barack okumamıştır dedim içimden…





İşin şakası bir yana;


Benim saygın seviyeli ve naif okuyucularım ya da dinleyicilerim bilin ki en kıymetli hazinemiz zamandır ve geri kazanımı sıfırdır yani şu yazıyı okumaya başladığın andan şu ana kadar geçen zaman geçmiştir, Dünya’yı bir araya toplasan hatta yanına Barack Obama’yı da alsan bir daha geri gelmeyecektir…





Şunu da unutmayın 40 yaşına kadar sen çalışırsın 40’ından sonra sistemin çalışır…!


Eğer o sistemini 40 yaşına kadar oluşturamazsan vay sana, vaylar sana su vermez evlat sana…





Ülkem insanının Hal-i pür melali ortada ama kurban olurum sen öyle olma…





Çevrendeki herkes seviyesizlikten dip yapsa,


Sen yine de seviyeni başının üstünden alma…





Ve bu ortamlarda;


Yüreğinin merhamet namlusuna sürmeden, değil duyduğuna gördüğüne bile inanma…





Bedirhan Gökçe